İnsanlık tarihinin en karanlık sayfalarını çevirdiğimizde, karşımıza çıkan ortak paydanın her zaman şiddet olduğunu görürüz. Savaşlar, katliamlar, soykırımlar ve her türlü fiziksel, psikolojik ve yapısal şiddet, toplumsal yaşamın en büyük yarasıdır. Bugün bile, teknolojik ve sosyal gelişmelere rağmen, şiddetin farklı formları hayatımızın her alanında varlığını sürdürüyor. Peki, herhangi bir koşulda şiddeti savunmak mümkün müdür? Kesin ve net bir cevap vermek gerekirse: Hayır, şiddet hiçbir zaman savunulamaz.
Şiddet, öncelikle insanın en temel hakkı olan yaşam hakkına bir saldırıdır. Fiziksel bütünlüğümüzü, psikolojik dengemizi ve insan onurumuzu hedef alır. Bir kişiye, gruba veya topluma uygulanan şiddet, sadece hedef aldığı kişileri değil, tüm toplumsal yapıyı zehirler. Şiddetin geçici çözüm olarak görülebileceği anlayışı, tarih boyunca en büyük yanılgılardan biri olmuştur. Çünkü şiddet, hiçbir sorunu kalıcı olarak çözmediği gibi, yeni sorunların doğmasına ve mevcut olanların derinleşmesine yol açar.
Bazıları “meşru müdafaa” veya “adalet” gibi kavramları öne sürerek şiddeti haklı göstermeye çalışabilir. Ancak bu tür savunmalar, şiddetin kendisini değil, şiddetin son çare olarak kullanılmasını meşrulaştırmaya çalışır. Meşru müdafaa durumunda bile amaç, şiddeti bir araç olarak kullanmak değil, kendini korumaktır. Adalet ise ancak şiddetin olmadığı bir ortamda gerçek anlamına kavuşabilir.
Şiddetin yarattığı travmalar kuşaklar boyu sürer. Filistin’den Bosna’ya, Ruanda’dan Suriye’ye kadar sayısız örnekte gördüğümüz gibi, şiddetin açtığı yaralar kolayca kapanmaz. Toplumsal belleğe kazınan acılar, yeni nefret döngülerini besler ve şiddet, kendi kendini yeniden üreten bir kısır döngüye dönüşür. Örneğin, aile içi şiddet gören çocukların, yetişkin olduklarında şiddete başvurma eğiliminin yüksek olması, bu döngünün nasıl işlediğini gösterir.
Şiddetin hiçbir zaman savunulamaz olmasının en önemli nedenlerinden biri de, alternatif çözüm yollarının her zaman mevcut olmasıdır. Diyalog, uzlaşma, arabuluculuk, barışçıl protestolar ve demokratik süreçler, sorunların çözümünde şiddetten daha etkili araçlardır. Gandhi’nin Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesinde veya Martin Luther King Jr.’ın sivil haklar hareketinde gösterdiği gibi, şiddet içermeyen direniş, en zorlu koşullarda bile güçlü bir değişim aracı olabilir.
Şiddetin karşısında durmanın bir diğer boyutu, eğitim ve farkındalıktır. Çocuklara küçük yaşlardan itibaren şiddetin bir çözüm olmadığını öğretmek, empati, hoşgörü ve saygı gibi değerleri aşılamak, geleceğe yapılan en büyük yatırımdır. Ayrıca, medya ve sanat gibi alanların şiddeti normalleştiren veya özendiren içeriklerden uzak durması da kritik önem taşır.
Sonuç olarak, şiddet, hangi gerekçeyle olursa olsun savunulamaz bir olgudur. İnsan onurunu zedeleyen, toplumsal bağları koparan ve sorunları çözmek yerine derinleştiren şiddet, ancak kolektif bir bilinçle ve kararlılıkla reddedildiğinde azalabilir. Bireysel ve toplumsal sorumluluğumuz, şiddeti bir seçenek olarak görmemek ve şiddetin olmadığı bir dünyanın mümkün olduğuna inanmaktır. Çünkü barış, sadece şiddetin yokluğu değil, adaletin, eşitliğin ve insan onurunun var olduğu bir dünya demektir.