Olumsuzluğun Çekici Gücü

Kahvehane köşelerinden sosyal medya akışlarına, ofis koridorlarından aile yemeklerine kadar her yerde aynı fenomenle karşılaşırız: İnsanlar olumlu şeylerden çok olumsuz olanları konuşmayı tercih ediyor. Başarı hikayelerini paylaşmak yerine şikayetlerimizi dile getiriyoruz, güzel anıları anlatmak yerine yaşadığımız zorlukları detaylandırıyoruz. Peki neden böyle? Bu durumun kökeninde hem evrimsel hem de psikolojik nedenler yatıyor. Binlerce yıldır hayatta kalmak […]

SERKAN TATOGLU - Marmara Bölge Gazetesi

Kahvehane köşelerinden sosyal medya akışlarına, ofis koridorlarından aile yemeklerine kadar her yerde aynı fenomenle karşılaşırız: İnsanlar olumlu şeylerden çok olumsuz olanları konuşmayı tercih ediyor. Başarı hikayelerini paylaşmak yerine şikayetlerimizi dile getiriyoruz, güzel anıları anlatmak yerine yaşadığımız zorlukları detaylandırıyoruz. Peki neden böyle?

Bu durumun kökeninde hem evrimsel hem de psikolojik nedenler yatıyor. Binlerce yıldır hayatta kalmak için tehlikeleri fark etmek zorunda kalan beynimiz, olumsuzlukları tespit etmede pozitifliklerden çok daha hızlı. Psikologların “negativity bias” dediği bu eğilim, kötü haberlerin iyi haberlerden daha çok dikkat çekmesini, eleştirilerin övgülerden daha kalıcı izler bırakmasını açıklıyor.

Sosyal açıdan bakıldığında da olumsuz konuşmanın kendine özgü çekiciliği var. Ortak bir sorunu paylaştığımızda anında bağ kuruyoruz çünkü karşımızdaki kişi de benzer deneyimler yaşamış olabilir. “Hava çok soğuk değil mi?” diyerek başlayan sohbet, “Patron yine çıldırdı” şikayetiyle devam ediyor ve böylece aramızda bir yakınlık oluşuyor. Problemler hakkında konuşmak bizi birbirimize yaklaştırırken, başarılarımızı paylaşmak bazen mesafe yaratıyor çünkü karşı taraf kendini yetersiz hissedebiliyor.

Medya da bu eğilimi körüklüyor. “Her şey yolunda” haberi kimsenin ilgisini çekmezken, kriz ve felaket haberleri tıklama rekoru kırıyor. Algoritmalır da bunu öğrendi; tartışmalı, sinir bozucu içerikleri öncelikle gösteriyor çünkü bunlar daha çok etkileşim alıyor. Sonuçta olumsuzluk sarmalında kayboluyoruz.

Olumsuzluk konuşmanın bir avantajı da sorunları çözme konusunda motive edici olması. Şikayet ederek farkındalık yaratıyor, değişim için ilk adımı atıyoruz. Ama sorun şu ki, çoğu zaman şikayet etmekle yetinip çözüm arayışına geçmiyoruz. Olumsuzluk konuşmak bir alışkanlık haline geliyor ve kendimizi sürekli mutsuz hissettiren bir döngü yaratıyor.

Peki bu durumdan nasıl çıkabiliriz? İlk önce farkında olmak gerekiyor. Günde kaç kez olumsuz bir şey söylediğimizi, kaç kez olumlu bir şey paylaştığımızı sayabiliriz. Sonra bilinçli olarak dengeyi değiştirmeye çalışabiliriz. Bir şikayeti dile getirdikten sonra mutlaka bir çözüm önerisi veya pozitif bir gözlem ekleyebiliriz.

Çevremizdekilerin başarılarını kutlamayı öğrenebiliriz. “Keşke benim de öyle bir işim olsa” yerine “Çok güzel, nasıl başardın?” diyebiliriz. Küçük mutlulukları paylaşmayı alışkanlık haline getirebiliriz: güzel bir müzik dinlemek, lezzetli bir yemek yemek, güneşin yüzümüze değmesi…

Tabii ki sorunları görmezden gelmek ya da sürekli pozitif olmaya zorlamak da sağlıklı değil. Asıl olan denge kurmak. Olumsuzlukları kabul edip çözüm odaklı yaklaşırken, olumlu deneyimlerimizi de hayatımızın bir parçası olarak görüp paylaşmak.

Sonuçta hayat hem güzel hem zor anlardan oluşuyor. Sadece zorluklara odaklanarak güzellikleri kaçırmamamız gerekiyor. Çünkü konuştuğumuz şey, zamanla yaşadığımız şeye dönüşüyor.

Exit mobile version