Doğada annelik denilince akla ilk gelen, yavrularını sıcacık kucaklarında büyüten memeliler olur. Ama denizin derinliklerinde öyle bir anne vardır ki, anneliği yalnızca bir içgüdü değil, tam anlamıyla bir adanmışlık haline getirmiştir: Ahtapot…
Ahtapot anneliği, biyolojik fedakârlığın en keskin örneklerinden biridir. Dişi ahtapotlar, yumurtalarını bıraktıktan sonra tüm yaşam enerjilerini onları korumaya adarlar. Gözlerini yumurtalardan bir an bile ayırmazlar. Aylarca, hatta bazı türlerde yarım yıla kadar sürebilen bu süreçte ne avlanırlar ne de bir şey yerler. Nefeslerini tutarcasına, varlıklarını sadece yavrularına adarlar.
Ve ne zaman ki yumurtalar çatlar, hayatın döngüsü bir başka biçimde tamamlanır. Anne, yavrularını gördükten hemen sonra ölür. Yani bir ahtapot annesi için annelik, son nefesle son bulur. Onun için annelik, bir görev değil, hayatın anlamıdır. Öyle ki, bazı türlerde anne, yumurtalarına zarar gelmesin diye kabuğuna gizlenir, aylarca dış dünyayla ilişkisini keser, sadece su akışı sağlayarak yumurtaların nefes almasına yardımcı olur.
Bu tür bir özveri başka hiçbir canlıda yoktur. Doğa bilimciler, bu davranışı “semelparite” olarak tanımlar. Yani canlı hayatında yalnızca bir kez ürer ve bu üreme döngüsünü tamamladıktan sonra yaşamı sona erer. Ancak kelimelerin anlatamadığı şey, bir annenin ölümüne giden bu eşsiz yolculuğudur.
Ahtapotun anneliği bize ne anlatır? Belki de şunu: Gerçek sevgi, bazen dokunmak, sarılmak, birlikte yaşamak değildir. Bazen sadece uzaktan, bir gölge gibi izlemek, korumak ve sonunda sessizce çekip gitmektir. Ve bazen, bir annenin sevgisi, sadece hayat vermekle değil, hayatını vermekle anlam kazanır.
Bizi büyüten annelerimizin de ne zorluklar içinde, ne mücadelelerle bir şeylerden vazgeçtiklerini bilmeden yaşıyoruz çoğu zaman. Oysa bir ahtapot annesinin hikâyesi, tüm annelere saygı duruşu gibidir. Sessiz, görkemli ve derin…
Unutmamak gerekir ki; her annenin sevgisi görünmez, ama her annenin sevgisi derin izler bırakır.